Anlam ve Ben

Bir kez olsun hayat üzerine düşünmeyen insan,

Biliyorsun, hiçbir şeyin üzerine de düşünmüyor.

"Anlamak dipsiz bir kuyudur." anlarsan,

Fark ediyorsun ki anlamayan hiç üzülmüyor. 


Kendini ararken anlamını da arıyorsan,

Biliyorsun aslında sen de anlam da birsin.

Anlaşılmak mutlu olmanın tamamı diyorsan,

Anlaşılmayınca bırak bence öylece bitsin.


Bilmek belki de bitirmektir kendine olan güveni,

Hiç bilmeyen kendinden emindir değil mi?

Sevmek belki de hayatına sokmaktır özeni,

Değerini de anlamayanı bitirmektir değil mi?

Alternatif Hikaye

 Benim yolum. Belki de yolumun peşinden gitmeseydim hiçbir zaman beni dinlemeyecektiniz. Google ya da Microsoft’u kurmuş birisi değilim. Muhabirlikten gelip kanal sahibi de olmadım. Mankenden bozma şarkıcı da değilim. Youtube yayıncısıyken rap video klibi de yapmadım. Aslına bakarsanız hiçbir şey yapmadım ve hiçbir şey bilmiyorum. Bu yol Kerouac’ın yolu değil ama size benim de vaat edebileceğim bir kafa karışıklığım var. Yalnızlıktan ve mutsuzluktan korkmuyorum. Hissetmiyorum. Duygularımla sanki flört ediyorum. Adını bir türlü koyamıyoruz aramızda. Her şeyi hayatın normali olarak algılamaya başladım. Yalnızlık ve mutsuzluk da en az sevinçlerimiz kadar olağan diye düşünüyorum. İstanbul’un deprem riskinin en yüksek olduğu yerde yaklaşık dört ay önce çıktığımız yeni kiralık evimizde oturuyorum. Louis de yanımda ama bana pek yüz vermiyor. Balkonda oturup dışarıyı seyretmekten çok zevk alıyor. Sabah kalkar kalkmaz mamasını veriyorum. Birazcık yiyor ve hemen balkon kapısının dibine gidiyor. Kapıyı açmamla onu mutlu ediyorum. Öğlene doğru işe giderken içeri almak zorunda kalıyorum. İşte o zaman biraz sürtüşüyoruz. Neyse işten geldiğimde mutfakta zaman geçirmekten biraz hoşlanıyorum. Hazırladığım şeyler genelde salata ya da ona benzer, içkimi yudumlarken atıştırabileceğim şeyler oluyor. Roka, kırmızı soğan ve domatesten oluşan ufak bir salatanın üzerine biraz da permesan ekleyip hazırladığım şarapla beraber salona geçiyorum. Almina’dan mesaj gelmiş mi bakalım? Kendisiyle konuşurken bazen geriliyorum. Kendisi bizim okulun psikoloji bölümünden mezun bir işsiz. Tabii bu son söylediğim çok da şaşırılması gereken bir şey değil. Bu ülkede son üç ayda bir iş yerine başvurmuş ve on beş gün içinde işe başlayabilecek olan kişi sayısı toplam iş gücünün yedi de biri. Gerilmemin onun işsiz olmasıyla pek bir ilgisi yok. Bir psikologla konuşurken tedirgin oluyorum. Beni yönlendirebileceğine inanıyorum. Acaba Almina’nın labiretindeki fare miyim? Hiç de öyle istekli görünmüyor. Bir fareyi labirente koysaydım onu günün yirmi dört saati izlemek isterdim. Almina bana belirli bir oranda filtreleme imkanı sağlıyor. Kendisi çoğunlukla hiçbir şey beğenmiyor. Bir de İlker Canikligil var. Onun sinema eleştirini izliyorum o da önüne geleni gömüyor. Aslında dijital dünyada edineceğin kültürü seçmek için belirli bir filtreleme mekanizmasına ihtiyacınız var. Diğer türlü olan vaktinize oluyor. Almina’ya çok değer veriyorum. Soluk yüzü ve minimize ettiği hareketleri, sakin yapısıyla çok hoşuma gidiyor. Saatlerce yanında susarak oturabilirim. Hep kısık sesle konuşuyor ve gerçekten kibar birisidir. Ama aynı şeyleri benim için düşündüğünü pek sanmıyorum. Kibar biri olduğumu düşünüyordur. Fakat benim hakkımda iyi şeyler düşünüp düşünmediğini anlayamıyorum. Otuz yaşında bir ergen olduğuma inanıyor. Neden öyle olayım ki? Hem bir psikolog neden bu kadar ergenlerden nefret eder anlamıyorum. Gerçi yeni mezun bir öğrenci de acaba psikolog sayılır mı? Bilmiyorum. Psikoloji diye bir bilim mi olur? Çoğu otorite olmadığını söylüyor. O yüzden kimyayı biraz da olsun seviyorum. Bir de Mor ve Ötesini seviyorum. Almina’dan mesaj gelmemiş. Acaba atmalı mıyım? Beni seviyor mu? Benden hoşlandığını sanmıyorum. Ama benimle konuşmaktan hoşlanıyor. Bunların hepsi bir taktik mi? Labirentte miyim? Hangi yöne gitmeliyim? Özgür irademle kendime çok kötülük ettim. Olmam gerektiğini düşündüğüm şey gibi olmaya çalışayım. Kendisine mesaj atıyorum. Cevap gelene kadar bir şeylerle oyalanmalıyım. Cevap geliyor ve havadan sudan konuşmaya devam ediyoruz. Böyle gecelerde birbirimize şarkılar göndererek aynı şeyleri dinlemeye çalışıyoruz. Eski sevgililerinden söz ediyor sürekli. En çok buralarda sıkılıyorum. Artık sıkıldığımı da belli ediyorum. Bir kadının eski sevgililerinden sürekli bahsetmesinden nefret ediyorum. İlk tanıştığımızda o kadar çok ortak noktamız vardı ki konuştukça ne kadar farklı olduğumuzu fark ediyorum. Aslında onun anlattığına göre daha farklı olmalıymış. İnsanlar ilk önce diğer insanların birbirinden ne kadar farklı olduğunu görür sonra da kendileriyle benzerlikler kurmaya çalışırmış. Şortunu giyip Moda sahile gitmekten ve attığı twitlerin kendisini ne kadar özgürleştirdiğinden falan bahsediyor. Taşınabilir sandalyelerimizi alıp Moda sahilde oturup bira içmekten çok zevk aldığımı biliyor. Şarap da bitti. Keşke bir şişe daha alsaydım ama birazcık da kafam oldu galiba. Nereden mi anlıyorum? Dinlediğim müzikler güzelleşmeye başlıyor kafamın içerisinde. Kendisine belli etmemeye çalışmadan beni sevip sevmediği üzerine bir şeyler sormaya çalışıyorum. Mesela beraber olsaydık beraber sarılıp uyur muyduk? Diyorum. O da sarhoş olduğun için olabilirdi diye cevaplar veriyor. Ağzından çok bir şey alamadan inanılmaz bir uyku bastırıyor. Louis’i alıp yatağıma geçiyorum. Son kez kulaklığımla bir şeyler dinlemeye çalışıyorum. Louis gözlerimi kapattığımda ölü gibi yatıyor. On dakika sonra ön patileriyle bir takım hareketler yaptığını seziyorum. Beni deniyor ve benim uyuduğuma ikna olunca kaçacak. Bunu defalarca kez yaptı. On dakika da olsa onun sıcaklığını hissetmenin mutluluğuyla uyumaya devam ediyorum. Kaçarken ayağımla ufak bir çelme takmaya çalıştım ama atlayıp gitti. Ben de gözlerimi yumup uykuya dalıyorum. İstanbul’un çok da trafik olmayan bir rotasında işe gitmek için bir saat harcıyorum. Şanslı azınlığa mensubum. Ülkemde anayasaya aykırı olmasa da şarap içtiğim için “Beyaz Türk” olarak adlandırılıyorum. Kent soylu çocukların hayatını anlamayan yaşlı bir neslin siyasi tercihlerine kurban, gelenekselin boyunduruğu altında yaşıyorum. Olabildiğim kadar özgür olmak istiyorum. Şartlar ne olursa olsun iskambil kartlarından kale yapar gibi üst üste inşa ettiğim ahlakımı seviyorum. Aklım dışında her şeyden soyutlayarak zenginleştiriyorum onu. Çevremdeki insanların homoseksüellerle, başka dine mensup herhangi bir insanla hiçbir derdinin olmadığını düşünmüyorum. Toplumumuz henüz istediğim düzeyde değil ve bunun beraberinde oturmuş demokratik bir yaşamımız yok. Herhangi bir adaya demokrasi ve özgürlükler adası derken diğer bir yandan hapishanedeki gazeteciler sıralamasında dünya birincisi olabiliyoruz. Demokrasi mitingleri düzenleyip rakibinin kazandığı seçimi iptal edip tekrar seçime gidebiliyoruz. Demokrasi bizim için yapılması gereken şeyleri yapmak için yaptığımız makyajdan öte bir şey değilken sabah yanımızdaki makyajsız kadının gerçekliğini her saniye yaşıyoruz. Böyle yerlerde insanların bir araya gelmesi gerekir. Kendi dünya görüşüne yakın insanlar ile bir araya gelmenin, aslında benim adını koyduğum izole dünyanın size şöyle bir yararı oluyor. Dışarıda dönüp dolaşan gerçeklikten kopup kendinizin oluşturduğu şartlarda, yanılsamayla beraber görece iyi bir dünyanız oluyor. Dostlarım benim için çok önemlidir. Meclisin bir parçası olmaktan çok büyük keyif alıyorum. Benim evimde çoğu kez meclis oturumları düzenliyoruz. Bu oturumlar şu dönemin en önemli kazanımlarından biri olabilir. Dört kişiyi bir araya toplayıp aynı masada oturmanın çok zor olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bir adet hakim tokmağımız var. Masaya oturmadan önce hakimin kim olacağını tartışıyoruz. Genelde meclise en az katılan arkadaşlardan biri oluyor. Kendi evim olduğu için tokmağın bana verilmesi için üst üste aynı kadronun bir çok oturuma katılması gerekiyor. Gelirken kasaba uğrayıp bir şeyler alabildik. Yemek için bir şeyler hazırlıyorum. Louis ayaklarımın dibinde. Ben ona defalarca kez duygusal gereksinim duyarken asla böylesine yakınımda olmuyor. Ona rağmen bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Benhür mutfağın kapısında dikiliyor. Ocağın başından baktığımda sopalara giydirilmiş kıyafetleriyle bana korkulukları hatırlatıyor. Ama kendisini çok seviyorum. İnanılmaz bir mizanseni var. “Bana bir bira verin. Haydi oğlum... Ben böyle oturup bir şeyler izlemeyi sevmem. Konuşmam lazım en kötü. Labirent. Labirent yayında. Labirent. Girersin çıkamazsın. Labirent bugün Radyo Tedavide sizlerle. Labirent müzikle tedavinin adresinde. Labirent yayında.” Kendisi şirketimizde birçok büyük başarıya imza atmış, ülkenin değerli mühendislerinden biridir. Hobi olarak radyo yayıncılığı yapıyor. Benim gözümde mühendisten daha çok yayıncıdır. Başarısız bir yayıncı ama iyi bir mühendis olmasına rağmen öyledir. Çünkü o işi yaparken daha çok kendi olduğunu düşünüyorum. İnsan şu sıralarda yaptığı işten ziyade boş zamanlardaki uğraşlarıyla etiketlenmeli diye düşünüyorum. “İçki içmeden yayın bile yapamıyorsun. Biraz şundan kendini soyutlasana.” İçki içmeden iki satır yazı yazamadığımı düşününce kendisine hak veriyor ve bir bira açıyorum. Benhür öyle biri ki bir keresinde onların evine gitmiştim. Oturduğu sitede herkes onunla konuşmak için can atıyordu. Birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Her zaman alaycı bir tavrı vardı ama bunu sizi kırarak yapmıyordu. Aksine sizi kırmaktan çekinir ve sözle de bunu belirtirdi. Kırılmadığınızdan emin olduğunda tekrar o tavrı takınırdı. Başka boyutları olan karakterleri severim. İçki içtiğinde çok fazla duygusallaşır. Gecenin sonunda size sarılarak geceyi tamamlardı. Bir keresinde sarılarak bizi otobüs durağına bıraktığını bile hatırlarım. En son bunun absürd bir durum olduğuna kanaat getirmiştik. Şehrin içinde kaybolmuş ruhlarımızı aramaktan bile vazgeçmiş hallerimiz ile bir basketbol koçu edasıyla arada bir mola deyip meclis oturumlarına kaçıyoruz. Bir dalgıcın oksijen tüpünden hallice olduğunu düşünün. “Özellikle bu cümleyi sizin için yapalım. Saygıdeğer arkadaşlar; ciğer, bulgur pilavı, salata ve birtakım mezeler yaptığınızı biliyorum. Buradan size saygı değer selamlarımı yolluyor ve aç olduğumu belirtiyorum. Yürekleri, gönülleri zengin insanlar... Umarım bu zenginlik ellerinize de yansır ve bu akşamı karnımızı doyurmakla sonuçlandırırız. Buradan bizi dinleyen herkese çok selamlarımı yolluyor ve programa Atilla Kaya’dan “Sus” şarkısı ile devam ediyorum. Haydi bakalım gönül dostları sıradaki bu şarkı içimizi ısıttığı kadar ellerimizi de hızlandırsın.” Arabeskten nefret ediyorum. Bulunduğumuz toplumun büyük bir kısmı bu müziğe aşık durumdadır. Bana göre acının yüceltilmesinden başka bir şey değildir. Öyle bir durum ki insanlar acılarını meydana bırakıyor onları yakıyor ve içlerinden daha devasa bir formu vücut bulup ona hediyeler sunuyor. Ayin gibi bir şey aslında. Bize çok zarar verdiğini düşünüyorum. Toplumsal olarak zaten karamsarız ve bunun için çok fazla sebebimiz var. Ama ben sorunlarımı her zaman görünmeyen yerlerin altına süpürme taraftarıyım. Oturup bir kere bir sorunum için ağlamış ya da etrafımın kulağını ağrıtmış olamam. Sabahattin Ali’nin rüzgar şiirinde şöyle bir mısra var: “Etrafımın sözlerine aklım ermedi. Etrafım da bana asla kulak vermedi.” Aslında böyle düşünmeme rağmen etrafımı seviyorum. Beni en fazla anlayabileceğini düşündüğüm insanlardan oluşuyor. Şartlarımı sevmeyi öğrendim sanırım. Jean Baudrillard’a selam çakmak lazım buradan. Yoksa Yıldız Tilbe, Neşet Ertaş ve Ahmet Kaya simülasyonunda yaşadığımı varsayarak devam edebilirdim yaşamaya fakat baş kaldırmayı tercih ediyorum. Martı, vapur, simit romantizminden nefret ediyorum. Şu kelimeler yasaklansa herhangi bir edebi derginin çıkmayacağı bir toprak üzerinde yaşıyorum. Bu sebeplerle insanlara kızacak yaşı çoktan geçtim. İki dakikadan fazla düşünen insanlar için hiçbir şeyin net olmayacağını bilmenin gerçekliğindeyim. Ama içten içe her şeyin en iyisini benim bildiğim inancını taşıyorum. Her şeyin derken biraz abartıyor olabilirim. Sofraya oturduğumuz gibi Benhür hünerlerini sergiliyor. “İşte gönül dostları... Bugün de bir kardeşimizin sofrasına misafir olduk. Kendisi benim için çok ama çok...” derken tokmağı hızlıca vurup bize dönüyor. Tokmak vurulduğunda hakim ilk cümleyi kurmadan sofrada kimse konuşamıyor. “Jingle olmadan olmuyor.”. “Ya siktir et.” diyerek başlıyorum. “Halin keyfin yerinde mi?” Sözüm biter bitmez bir tokmak sesi daha duyuyorum hemen yanı başımda. Benhür tokmağını Thor’un mijölnirine çevirmiş durumdayken “Hal hatır sormaya mı geldik? Neyiz biz yedi kat yabancı mı?” başımı öne eğip akan müziğe odaklanıyorum. Louis ayaklarımın dibine geliyor. Eğilip alıyorum onu ve masaya göz gezdiriyor. Şu ana kadar gözüne kestirdiği bir şey yok. Sıkılmış gibi değil ama biraz meraklı duruyor. Kapıya birinin anahtar taktığını duyuyorum. Gelen hocam olmuş olmalı diye içimden geçirirken içeri giriyor. “Kimleri görüyorum. Bensiz başlanmış. Gücendim.” Tokmağın sesi kulaklarımda çınlıyor. “Oturuma geç kalmak ciddi bir disiplin suçudur. Meclis başkanı on dakika içinde masada olmanızı emrediyor.”. Hocanın hızlı hızlı hareket ettiğini görüyorum. Benhür bana dönüp “Neyin var senin?” Hal hatır sormak değil bu herhalde diye içimden geçiriyorum. Bir şeyim varsa asla kimseye söylemem. Güçlü görünmem gerektiğini çok genç yaşta öğrendim. Louis masada bir şeyleri gözüne kestirdi. Onu yere koymam gerekiyor. Yere koyduğumda biraz bakışıyoruz. Sonra arkasını dönüp gidip koltuğa çıkıyor ve kendisini yalamaya başlıyor.

Yeni Dünya

YENİ DÜNYA 

On... Gözlerimi açtığım gibi gözlerime buz mavisi bir ışık vuruyor. Dokuz... Neredeyim ben? Beni buraya kim getirdi. Sekiz... Kalbim hızla çarpıyor. Yedi... Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne oldu bana? Altı... Görüntü gittikçe keskinleşiyor. Beş... Bir yatağın üzerinde yatıyorum. Dört... Metal başlıkları olan, üzerinde gök mavisi bir çarşaf serilmiş adeta bir hastane yatağını andırıyor. Üç... Kaza mı yaptım acaba? İki... Hiçbir yerim de ağrımıyor. Bir... Bu geri sayım da ne böyle? 

Çok şiddetli bir zil sesi çalıyor. Kulaklarımı kapatmaya çalışıyorum ama sanki kollarım günlerce bir yerlerde çalışmış gibi güçsüz ve yorgun. Zorlukla doğruluyorum. O da ne öyle? Ayaklarımda bir kelepçe var. Ayağa kalkıyorum ama bu kelepçelerle yürümek çok zor. Hızla yere çakıldım. Tekrar doğrulmaya çalışıyorum. Şimdi her şey biraz daha keskinleşiyor. Sanki hatırlıyorum. 

İçinde bulunduğum oda bir insanı hapsetmek için gereksiz derecede geniş duruyor. Bu büyük odada iğrenç buz mavisi bir ışık var. Sanki bir rüyanın içine uyanıyormuşsunuz gibi bir his yaratıyor. Birden kapının sürgüsünün açıldığının sesini duyuyorum. Kapının arkasından bir ses duyuluyor. “Uyandın mı?” Korkudan cevap bile veremiyorum. Sonra hızla sürgü geri kapanıyor. Koşmaya çalışıyorum kapıya doğru ama bu kelepçelerle koşmak imkansız. Tekrar yere düşüyorum. “Ah! Hayır. Çıkarın beni buradan siz kimsiniz?” diye bağırıyorum. Sürgü tekrardan açılıyor. O kalın ses tekrardan aynı soruyu soruyor. “Uyandın mı?” “Evet. Uyandım efendim. Siz kimsiniz? Benim burada ne işim var? Ben her etik kurala hafiyen uyan örnek bir vatandaşım. Beni niye buraya attınız?” Sürgü tekrar kapanıyor. 

Bu lanet yere ben nasıl geldim? Eşcinsellere, yerel dinlere inananlara, engellilere, başka ırktan hiç kimseye onları incitecek hiçbir şey yapmadım. Hayvanları hep sevdim. Beni neden cezalandırıyorsunuz? Doğrulup yatağıma doğru uzanıyorum. Düşünüyorum. Işık sanki beynimin içini uyuşturuyor. Ben en son ne yapıyordum? En son arkadaşlarımla bir tekne turundaydım. Sadece orası var bende. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bir keresinde kedimi severken başını ısırmıştım. Onu asla unutamadım. Hatta arkadaşlarımla konuşup bunun etik olup olmadığı hakkında çok uzun konuşmalar yaptık. Sonunda sevginin, karşındakine acı verecek bir eyleme dönüşmesinin cezayı hak ettiği kararına vardık. Ama onu çok sevmiştim. Belki de çok sevmek de cezalandırılması gereken bir şeydir. Eski dünyada da öyle olurmuş. Sevenler her zaman cezasını çekermiş. Ama onların bizim gibi etik sözleşmeleri yokmuş. Yani sevenin canı yanarsa hiçbir sosyal güvencesi yokmuş. Hatta çoğu suçlu, bundan pişmanlık duyup polise teslim olmuyormuş. Çok enteresan gerçekten. Ben onurlu bir insan olduğum için gidip etik merkezinde, işlemlerimi gişeden yaptım. On dakika içerisinde etik hakimi ile yapacağım randevunun tarih ve saat bilgisi bildirimini aldım. Randevuda suçumu itiraf ettim. Hakim üç ay boyunca devletin bana verdiği maaşa el koyacağını söyledi. O üç ay çok zor geçmişti. Hukuk eğitimim olmadığı ve sanat üretimine karşı olduğum için de ek bir gelir sağlayamadım. Bütün sosyal aktivitelerimi sıfıra indirmek zorunda kalmıştım. Hatta beslenme alışkanlığımda da ucuz olduğu için, sağlıksız ürünleri tercih etmek zorunda kaldım.  

Odada saat olmadığı için zaman kavramından haberim olmuyor. Buraya gelmeden önce her şeyi dakikası dakikasına yapan biriydim. Şu an hayatımdan farkında olmadığım bir zaman çalındı. Tutsaklık hali bu olsa gerek. Tekrar geri sayım başladı. On... Bir... Sürgünün tekrar açılması lazım. Ayaklanıyorum. Ama kelepçeleri unutmamam lazım. Kapıya yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Sürgü açılıyor. “Uyandın mı?” “Uyandım evet. Uyandım efendim. Beni neden cezalandırıyorsunuz? Ben üç ay devletten maaş almadan yaşadım. Cezamı ödedim. İzin verin belgelerimi göstereyim.” Kalın ses sanki oradan bir şeylere gülüyor ve ardından “Yaklaş” diyor. Yavaş yavaş yaklaşıyorum ve suratıma sürgüyü tekrar kapatıyor. “Hayır! Gitmeyin. Saatin bile kaç olduğunu bilmiyorum. Cezamı çektim ben. Beni ikinci kez cezalandıramazsınız.” Ağlama krizi geçiriyorum. O kedinin kafasını neden ısırdım ben? Ben sevgimin şiddete dönüşmesinin bedelini ödedim. Beni çıkarın buradan. 

Tekrar gözlerimi açtığımda yine aynı odanın içerisindeyim. Buz mavisi ışık artık midemi bulandırıyor. Kafamdaki eski lambanın çalışmasının sesini duyuyorum. Biraz daha odaklanırsam damarlarımdan akan kanın dahi sesini duyabilirim. Ayaklanıyorum. Aman sakın düşmeyeyim. Şarkı söylemem lazım. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Acaba şiir mi okusam? Odada yataktan başka hiçbir şey yok. Bana okuyacak bir şeyler lazım. Odanın duvarlarının ortasında ahşap renginde bordürler var. Üzerlerinde bazı izler var. Parmaklarımla onlara dokunuyorum. Bir şeyler yazıyor olabilir mi? Acaba burada bir şifre mi gizli? Kulağımı soğuk duvara dayıyorum. Ellerim hala bordürün üzerinde duruyor. Parmaklarımla oluşan çukurların ne olduğunu anlamaya çalışıyor bir yandan da dışarıdan gelen bir ses var mı diye kontrol ediyorum. Birden sürgünün sesiyle irkildim. “Beni duyuyor musunuz?” diye bağırıyorum. Kalın ses “Yaklaş” diyor. Küçük küçük adımlarla kapıya doğru gidiyorum. “Lütfen kapıyı kapatmayın. Ben cezamı çektim. Belgelerimi size gösterebilirim. Ben bunu hak etmedim. Ben yalnızca bir kez hakim görmüş bir insanım. Bunları hak etmedim.” diyorum. Kalın ses “Gel” diyor. Kapıdan çıkar çıkmaz koluma iki insan giriyor. Adımlarımı yetiştiremiyorum. Kelepçeler ayak bileklerimi kesiyor. Düşecek gibi oldukça beni kollarımdan tutup biraz olsun kaldırıyorlar. Önümde kapılar, kapılar açılıyor. Her kapının başında bir insan duruyor. O insanların her biri biz geçerken oturduğu yerden kalkıp kapıyı açıp arkamızdan tekrar kapatıyor. Bizim dünyamızda sadece hakimler ve sanatçılar görevlendirilir. Bana böyle bir meslek grubu olduğundan kimse söz etmemişti. Hem içerisinde bulunduğum yer çok eski bir yere benziyor. En nihayetinde ahşap bir kapının önünde beni yere bırakıyorlar. Yanımda gelen iki kişiden biri içeriye giriyor. Sonra geri çıkıp beni tekrardan kaldırıyorlar. Ahşap kapıdan geçiyoruz. İçeride yürüdükçe çıplak ayaklarımı yakan plastikten bir halı var. O ahşap kapı başka bir ahşap kapıya daha açılıyor. Oradan girdiğimizde dışardan gelen ışık gözlerimi yakıyor. Beni dizlerimin üzerine oturtuyorlar. Karşımda üç metre genişliğinde bir masa var. Üzerinde eski tür kağıtlar, bayraklar duran değişik bir masa. Koskocaman bir koltuk dışarıdan gelen ışığı izliyor. Bir başka kalın ses “Uyandın mı?” diyor. "Uyandım. Uyandım efendim. Böyle şeyler olmaz normalde ama sanırım bir karışıklık oldu. Beni bırakın ben gideyim efendim. Ben cezamı çektim. Devletten üç ay maaş almadım. Hiçbir aktiviteye katılmadım.” Değişik bir ses geliyor. Sonra koltuğun başından dumanlar çıkmaya başlıyor. Dışarıdan gelen ışık dumanın odanın içindeki yayılmasını daha net görmemizi sağlıyor. “Ne cezası bu?” diyor. “Efendim kedimi severken başını ısırdım.” diyorum. Cevap gelmiyor. “Hakim misiniz?” Cevap gelmiyor. “Bak evlat! Seni sahilde baygın şekilde bulduk. Sen yeni dünyadan olmalısın.” diyor.  

Yeni dünya da ne acaba? Başka bir dünya mı var? Ellerimle yanı başımda olan iki adamdan birini kavrıyorum. “Söyle bana başka bir dünya da mı var? Siz kimsiniz?” Adam yüzüme bile bakmıyor. Koltuğa doğru dönüyorum. Duman tüm odayı kaplamış şekilde artık fakat yoğunluğu da bir hayli azaldı. “Bak evlat! Onlar seninle konuşamaz. Onlar kalk, otur gibi komutları sana verebilirler. Onlar sizin dilinizi unuttu. Biz yıllardır ayrıyız sizden.”. Anlat bana. Burada neler oluyor? Hiçbir şey anlamıyorum. Bana yıllarca okuduğum okullarda, dostlarımla söyleştiğim çevrelerde hiç böyle davranan insanlar olmadı. Ben hayatımda ilk kez bu şartlar altında yaşıyorum. Ben bir rüyada mıyım? Ne oluyor bana?”  

Koltuk bana doğru dönmeye başladı. Orada omuzları geniş, kilolu, kafası kel ve yüz hatları çok keskin bir adam masaya ellerini koyarak ayağa kalktı. Yanımdaki adamlara birkaç el işareti yapmalarıyla yine kollarımdan havaya kaldırılıp sürüklenmeye başladım. Adımlarımı yetiştiremediğim için artık ayaklarımı yerden yükseğe kaldırıyordum. Demirden çerçeveleri olan bir kapıya doğru ilerledik. Dışarıdan kuvvetli bir ışık süzülüyor, kapının hatlarını belli ediyordu. Bir anda kapının açılmasıyla öten kuşların sesini almaya başladım. Kıyıya vuran dalgalar sanki beynime masaj yapıyordu. Korkum ve endişem duyduklarımla bir anda derin bir sakinliğe kavuştu. Kapıdan çıkarıldığımda yüzüme vuran güneş sanki şefkatli bir el gibi yüzümü okşuyordu. Üç basamaktan oluşan merdivenden aşağıya indirildim. Çimenlerin üzerinde duran ahşap bir masaya oturtuldum. Koltuğun sahibi olan adam da tam karşıma oturtuldu. Ağaçlar, yeşil bir örtü ve arkasında süre gelen uçsuz bucaksız bir mavi sonsuzluk sıralanıyordu. Etrafa bakıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Egede bir kasabada olabilir miydik? Burada yazları çok güzel geçiyordur herhalde. “Nasıl güzel değil mi yeni dünyalı?”. “Çok güzel efendim.”.  

Arkasına yaslanıp anlatmaya başladı. “Siz yıllar önce bir devrimin altına imzanızı attınız. Dünya hiçbir insanın çalışmasına ihtiyaç duymayacak kadar robotlarla çevriliydi. Devletler bu insanları ne yapacağının üzerinde çok fazla düşündü. En son bir yöntem geliştirip herkese etik kurallardan oluşan bir sözleşme imzalatmaya başladılar. Kimseyi öldürmeyeceksin. Hiçbir malı çalmayacaksın... Böyle uzayıp giden bir sözleşmeydi... (Devam Edecek)

 

Yaş Otuz

Yaş otuz.
Ne yolun yarısı ne başı ne de sonu...
Son bir kaç aydır bekliyordum bunu.
Daha yirmi dokuz olmuşken olur demiştim.

Hani derler ya dolar altı lirayı geçti.
Ne beş doksan dokuz önemlidir ne de altı sıfır bir.
Aynen öyle bir şey işte.

Daha hazır değilken buna belki kırk olur belki de elli.
Belki de olmaz ama...
Ne kadar yaşayabilirim heyecanı, aşkı, nefreti?
Kafamdakiler de değişir herhalde yıllarla.

Daha baba olmadan bir de dede olurum herhalde.
Huysuz, aksi ve lanet de değil.
Eleştirmekten bıkmayan biri mi diyelim?
Yoksa herkesi ve herşeyi anlayışla karşılayan mı?

Sırf soru cümleleriyle bir şiir yazılabilir mi?
Galiba haklısın arkadaşım.
Berbat bir şairim, otuzumda bile.
Belki kırkımda güzelleşirim.

Sevgili Kardeşim

Sevgili kardeşim,

Sen olsaydın sıkı bir rock tartışması yapardık. Bence Adamlar Türk Rockının ilacı... Kavga da etsek şımarıklığımdan savunurdum söylediklerimi. Acının İlacı'nın solosunu dinletirdim sana ama sen yine beğenir de karşı bir sav oluştururdun. Ben sana söylüyorum ben seni çok özledim. Bazen birbirimizi kemiklerimiz kırılana kadar sıkardık ya o kadar çok sarılmak istedim. Bin bir derde ve tartışmaya tamam diyebilirim. Sen olsaydın yine kavga ederdim. Ama seni çok severdim. Her zaman seveceğim.

Sana dua edemiyorum. Mezarına bir su dökmüşlüğüm yok. Arada bir sana anma geceleri düzenliyorum. Onlarda da yalnız kaldığımda çalışabiliyorum. Yok. Yok. Yalnız kaldığımda sadece seni hatırlıyorum. Ne kadar rezil bir insanım değil mi? Sen ve ben rezil insanlardık. En azından ilk tanıştığımız zaman öyleydik. Birbirimize destek olduk. Sonra da biz olduk. Unutamayacağım her şeyi seninle yaşadım. Sen benim için hayalet gibi dosttun ve hala aynı şekilde kalıyorsun. Dua ve su dökmemişliğim içim özür dilerim. Gülüyorsun biliyorum. Bunlara hiç önem vermezsin. Arada bir seninle sonsuzluğun gecelerinde var oluyorum diye müteşekirsin. Ancak bu kadar iyi bir arkadaş olabiliyorum. Sen de bunu seversin. Ben neysem onu seversin. Asıl mesele bu değil midir?

Sevgili kardeşim... Sana asla böyle söylemezdim. Ama sen benim sevgili kardeşimdin. Keşke olsaydın da sana bunu söyleyemeseydim.

Eleştiri üzerine

Bir gün bana neden yeteneğim olmadığı halde şiir yazdığımı sormuştun. Ben şöyle düşünüyorum: "Eğer herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse bir şey düşünmüyordur." demiş Walter Lippman. Düşünmediğim kısmını, sadece herkesin bir şeyler yaratmak mecburiyetinde olduğunu varsayarak atlıyorum. Yoksa insan çok fazla düşünmeden de fevkalade hayatlar yaşayabilir.

İnsanın duyduğu yaratmak mecburiyetinin ise ölüme karşı okunan bir meydan okumadan ibaret olduğunu düşünüyorum. Modern toplumun tuğlaların birbirinin üzerine konulduğu gibi yarata yarata oluştuğunu varsayıyorum. Yaratmaktan vazgeçmenin ve saf mutluluğun üzerine gitmenin kültürel birikim oluşturmanın önünde bir engel olduğunu düşünüyorum. Çok fazla düşünüyorum ve varsayıyorum gibi kelimeler kullanmaktan kaçınmak için yazımın devamında kesin ifadelere yer vereceğim. Lakin bu tarzın, düşüncelerim üzerinde hala şüphe barındırdığım gibi bir gerçeği atlamasına izin verme lütfen.

Yaratmak konusunda Pollock'u esas alırsak ki sadece çeşitlerinden biridir. O an ki duygu ile yaratmanın kurgu ile yaratma arasındaki temel farklılığı üzerine duygu ile yaratmanın tarafında olduğum gerçeğini esas alıyorum. Çok da fazla uzatmadan şiirin, hatta en iyi şiirlerin dahi bir anlık duygu bütünlüğü ile yazıldığını düşünüyorum. Kurgu şiirleri genelde hitap ettiği kitle ile birlikte benim pek haz almadığım bir bütünlüğü oluşturuyor. Belki yeteneksiz biri olabilirim fakat şiir konusunda duygu ile yaratmak mecburiyetini sana düz yazı ile anlatmak istedim. Duygu düz yazısı, ile belki de... Çok ustaca hazırlanmadığı kabul olunan bu düz yazı belki şiir konusunda yapacağım bundan sonraki beş bin deneme arasından tam bütünlüğü sağlanabilecek bir kaç tanesi için açıklayıcı olmuştur.

Diğerleri gibi nazik bir şekilde bana çok iyi şiir yazdığımı söylemediğin için teşekkür ederim. Kendine iyi bak.

Ben Sizden Farklıyım

Annemle oturuyorduk. "Benim bir kızım var." demişti. Buna çok alınmıştım. "Ben yok muyum?" diye içerlemiştim. O da "Senin bize ihtiyacın yok ki..." demişti. İnsanın varlığı ihtiyaç duyulmasıyla mı değerleniyor? Bilmiyorum ama bir yerlerde haklıydı annem. Çünkü hiç bir zaman onlara yük olmamıştım. On yedi yaşında babasız bir çocuk olarak onlara ihtiyaç duymadan yaşamak benim için onur duyulacak bir şeydi. Tabii birilerine ihtiyaç duyan birisi olsaydım kesinlikle daha büyük(?) bir adam olurdum.

Bugün benim hakkımda dönen bir dedikodu duydum. İş yerinde özellikle çok fazla bir arada çalıştığınız insanlarla bir aradaysanız dedikodu kaçılınımazdır. Dedikodu benim en nefret ettiğim şeylerden biri olsa da algıları yöneten bir davranış olduğu gerçeğini atlamamak lazım. Benim için "Dünya s.kinde değil." demişler. Onların dünyaları kendilerinden ibaret ya... Ben kendimi umursamam ama benim için dünyayı umursamayan biri olduğumu söylemeleri çok fazla canımı yaktı. Açıkçası aralarında bu kanıya varabilecek derinlikte birinin olduğunu da sanmıyorum.

Bir keresinde müdürm benim için "Burada yangın çıksa kılını kıpırdatmazsın." demişti. Aslında alakasız görünse bile bunların hepsi aynı kafaların ürünüdür. Aslında ben onlara hep "Ben sizden farklıyım." demişimdir. Çok açık olarak da değil ama bana karşı dikkatli davranıyor olmaları bunun göstergesidir. Bu görüşüme "Sen öyle sanıyorsun?" diyenler olabilir ama bu başkasının kafasında bir fikir olmaktan öte kendi içerimde yaşadığım bir gerçektir. "Ben sizden farklıyım." Herhangi bir sermayeyi ve üretim araçlarını elinde tutan bir şahısa gereksinim duymadan bunu söylüyorum. "Ben sizden farklıyım." İyi ya da kötü olabilirim ama asla ve asla ortalama bir idare eden değilim.

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Multimedia Updates

Teşekkürler

Bizi takip edin.