Yeni Dünya

YENİ DÜNYA 

On... Gözlerimi açtığım gibi gözlerime buz mavisi bir ışık vuruyor. Dokuz... Neredeyim ben? Beni buraya kim getirdi. Sekiz... Kalbim hızla çarpıyor. Yedi... Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne oldu bana? Altı... Görüntü gittikçe keskinleşiyor. Beş... Bir yatağın üzerinde yatıyorum. Dört... Metal başlıkları olan, üzerinde gök mavisi bir çarşaf serilmiş adeta bir hastane yatağını andırıyor. Üç... Kaza mı yaptım acaba? İki... Hiçbir yerim de ağrımıyor. Bir... Bu geri sayım da ne böyle? 

Çok şiddetli bir zil sesi çalıyor. Kulaklarımı kapatmaya çalışıyorum ama sanki kollarım günlerce bir yerlerde çalışmış gibi güçsüz ve yorgun. Zorlukla doğruluyorum. O da ne öyle? Ayaklarımda bir kelepçe var. Ayağa kalkıyorum ama bu kelepçelerle yürümek çok zor. Hızla yere çakıldım. Tekrar doğrulmaya çalışıyorum. Şimdi her şey biraz daha keskinleşiyor. Sanki hatırlıyorum. 

İçinde bulunduğum oda bir insanı hapsetmek için gereksiz derecede geniş duruyor. Bu büyük odada iğrenç buz mavisi bir ışık var. Sanki bir rüyanın içine uyanıyormuşsunuz gibi bir his yaratıyor. Birden kapının sürgüsünün açıldığının sesini duyuyorum. Kapının arkasından bir ses duyuluyor. “Uyandın mı?” Korkudan cevap bile veremiyorum. Sonra hızla sürgü geri kapanıyor. Koşmaya çalışıyorum kapıya doğru ama bu kelepçelerle koşmak imkansız. Tekrar yere düşüyorum. “Ah! Hayır. Çıkarın beni buradan siz kimsiniz?” diye bağırıyorum. Sürgü tekrardan açılıyor. O kalın ses tekrardan aynı soruyu soruyor. “Uyandın mı?” “Evet. Uyandım efendim. Siz kimsiniz? Benim burada ne işim var? Ben her etik kurala hafiyen uyan örnek bir vatandaşım. Beni niye buraya attınız?” Sürgü tekrar kapanıyor. 

Bu lanet yere ben nasıl geldim? Eşcinsellere, yerel dinlere inananlara, engellilere, başka ırktan hiç kimseye onları incitecek hiçbir şey yapmadım. Hayvanları hep sevdim. Beni neden cezalandırıyorsunuz? Doğrulup yatağıma doğru uzanıyorum. Düşünüyorum. Işık sanki beynimin içini uyuşturuyor. Ben en son ne yapıyordum? En son arkadaşlarımla bir tekne turundaydım. Sadece orası var bende. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bir keresinde kedimi severken başını ısırmıştım. Onu asla unutamadım. Hatta arkadaşlarımla konuşup bunun etik olup olmadığı hakkında çok uzun konuşmalar yaptık. Sonunda sevginin, karşındakine acı verecek bir eyleme dönüşmesinin cezayı hak ettiği kararına vardık. Ama onu çok sevmiştim. Belki de çok sevmek de cezalandırılması gereken bir şeydir. Eski dünyada da öyle olurmuş. Sevenler her zaman cezasını çekermiş. Ama onların bizim gibi etik sözleşmeleri yokmuş. Yani sevenin canı yanarsa hiçbir sosyal güvencesi yokmuş. Hatta çoğu suçlu, bundan pişmanlık duyup polise teslim olmuyormuş. Çok enteresan gerçekten. Ben onurlu bir insan olduğum için gidip etik merkezinde, işlemlerimi gişeden yaptım. On dakika içerisinde etik hakimi ile yapacağım randevunun tarih ve saat bilgisi bildirimini aldım. Randevuda suçumu itiraf ettim. Hakim üç ay boyunca devletin bana verdiği maaşa el koyacağını söyledi. O üç ay çok zor geçmişti. Hukuk eğitimim olmadığı ve sanat üretimine karşı olduğum için de ek bir gelir sağlayamadım. Bütün sosyal aktivitelerimi sıfıra indirmek zorunda kalmıştım. Hatta beslenme alışkanlığımda da ucuz olduğu için, sağlıksız ürünleri tercih etmek zorunda kaldım.  

Odada saat olmadığı için zaman kavramından haberim olmuyor. Buraya gelmeden önce her şeyi dakikası dakikasına yapan biriydim. Şu an hayatımdan farkında olmadığım bir zaman çalındı. Tutsaklık hali bu olsa gerek. Tekrar geri sayım başladı. On... Bir... Sürgünün tekrar açılması lazım. Ayaklanıyorum. Ama kelepçeleri unutmamam lazım. Kapıya yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Sürgü açılıyor. “Uyandın mı?” “Uyandım evet. Uyandım efendim. Beni neden cezalandırıyorsunuz? Ben üç ay devletten maaş almadan yaşadım. Cezamı ödedim. İzin verin belgelerimi göstereyim.” Kalın ses sanki oradan bir şeylere gülüyor ve ardından “Yaklaş” diyor. Yavaş yavaş yaklaşıyorum ve suratıma sürgüyü tekrar kapatıyor. “Hayır! Gitmeyin. Saatin bile kaç olduğunu bilmiyorum. Cezamı çektim ben. Beni ikinci kez cezalandıramazsınız.” Ağlama krizi geçiriyorum. O kedinin kafasını neden ısırdım ben? Ben sevgimin şiddete dönüşmesinin bedelini ödedim. Beni çıkarın buradan. 

Tekrar gözlerimi açtığımda yine aynı odanın içerisindeyim. Buz mavisi ışık artık midemi bulandırıyor. Kafamdaki eski lambanın çalışmasının sesini duyuyorum. Biraz daha odaklanırsam damarlarımdan akan kanın dahi sesini duyabilirim. Ayaklanıyorum. Aman sakın düşmeyeyim. Şarkı söylemem lazım. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Acaba şiir mi okusam? Odada yataktan başka hiçbir şey yok. Bana okuyacak bir şeyler lazım. Odanın duvarlarının ortasında ahşap renginde bordürler var. Üzerlerinde bazı izler var. Parmaklarımla onlara dokunuyorum. Bir şeyler yazıyor olabilir mi? Acaba burada bir şifre mi gizli? Kulağımı soğuk duvara dayıyorum. Ellerim hala bordürün üzerinde duruyor. Parmaklarımla oluşan çukurların ne olduğunu anlamaya çalışıyor bir yandan da dışarıdan gelen bir ses var mı diye kontrol ediyorum. Birden sürgünün sesiyle irkildim. “Beni duyuyor musunuz?” diye bağırıyorum. Kalın ses “Yaklaş” diyor. Küçük küçük adımlarla kapıya doğru gidiyorum. “Lütfen kapıyı kapatmayın. Ben cezamı çektim. Belgelerimi size gösterebilirim. Ben bunu hak etmedim. Ben yalnızca bir kez hakim görmüş bir insanım. Bunları hak etmedim.” diyorum. Kalın ses “Gel” diyor. Kapıdan çıkar çıkmaz koluma iki insan giriyor. Adımlarımı yetiştiremiyorum. Kelepçeler ayak bileklerimi kesiyor. Düşecek gibi oldukça beni kollarımdan tutup biraz olsun kaldırıyorlar. Önümde kapılar, kapılar açılıyor. Her kapının başında bir insan duruyor. O insanların her biri biz geçerken oturduğu yerden kalkıp kapıyı açıp arkamızdan tekrar kapatıyor. Bizim dünyamızda sadece hakimler ve sanatçılar görevlendirilir. Bana böyle bir meslek grubu olduğundan kimse söz etmemişti. Hem içerisinde bulunduğum yer çok eski bir yere benziyor. En nihayetinde ahşap bir kapının önünde beni yere bırakıyorlar. Yanımda gelen iki kişiden biri içeriye giriyor. Sonra geri çıkıp beni tekrardan kaldırıyorlar. Ahşap kapıdan geçiyoruz. İçeride yürüdükçe çıplak ayaklarımı yakan plastikten bir halı var. O ahşap kapı başka bir ahşap kapıya daha açılıyor. Oradan girdiğimizde dışardan gelen ışık gözlerimi yakıyor. Beni dizlerimin üzerine oturtuyorlar. Karşımda üç metre genişliğinde bir masa var. Üzerinde eski tür kağıtlar, bayraklar duran değişik bir masa. Koskocaman bir koltuk dışarıdan gelen ışığı izliyor. Bir başka kalın ses “Uyandın mı?” diyor. "Uyandım. Uyandım efendim. Böyle şeyler olmaz normalde ama sanırım bir karışıklık oldu. Beni bırakın ben gideyim efendim. Ben cezamı çektim. Devletten üç ay maaş almadım. Hiçbir aktiviteye katılmadım.” Değişik bir ses geliyor. Sonra koltuğun başından dumanlar çıkmaya başlıyor. Dışarıdan gelen ışık dumanın odanın içindeki yayılmasını daha net görmemizi sağlıyor. “Ne cezası bu?” diyor. “Efendim kedimi severken başını ısırdım.” diyorum. Cevap gelmiyor. “Hakim misiniz?” Cevap gelmiyor. “Bak evlat! Seni sahilde baygın şekilde bulduk. Sen yeni dünyadan olmalısın.” diyor.  

Yeni dünya da ne acaba? Başka bir dünya mı var? Ellerimle yanı başımda olan iki adamdan birini kavrıyorum. “Söyle bana başka bir dünya da mı var? Siz kimsiniz?” Adam yüzüme bile bakmıyor. Koltuğa doğru dönüyorum. Duman tüm odayı kaplamış şekilde artık fakat yoğunluğu da bir hayli azaldı. “Bak evlat! Onlar seninle konuşamaz. Onlar kalk, otur gibi komutları sana verebilirler. Onlar sizin dilinizi unuttu. Biz yıllardır ayrıyız sizden.”. Anlat bana. Burada neler oluyor? Hiçbir şey anlamıyorum. Bana yıllarca okuduğum okullarda, dostlarımla söyleştiğim çevrelerde hiç böyle davranan insanlar olmadı. Ben hayatımda ilk kez bu şartlar altında yaşıyorum. Ben bir rüyada mıyım? Ne oluyor bana?”  

Koltuk bana doğru dönmeye başladı. Orada omuzları geniş, kilolu, kafası kel ve yüz hatları çok keskin bir adam masaya ellerini koyarak ayağa kalktı. Yanımdaki adamlara birkaç el işareti yapmalarıyla yine kollarımdan havaya kaldırılıp sürüklenmeye başladım. Adımlarımı yetiştiremediğim için artık ayaklarımı yerden yükseğe kaldırıyordum. Demirden çerçeveleri olan bir kapıya doğru ilerledik. Dışarıdan kuvvetli bir ışık süzülüyor, kapının hatlarını belli ediyordu. Bir anda kapının açılmasıyla öten kuşların sesini almaya başladım. Kıyıya vuran dalgalar sanki beynime masaj yapıyordu. Korkum ve endişem duyduklarımla bir anda derin bir sakinliğe kavuştu. Kapıdan çıkarıldığımda yüzüme vuran güneş sanki şefkatli bir el gibi yüzümü okşuyordu. Üç basamaktan oluşan merdivenden aşağıya indirildim. Çimenlerin üzerinde duran ahşap bir masaya oturtuldum. Koltuğun sahibi olan adam da tam karşıma oturtuldu. Ağaçlar, yeşil bir örtü ve arkasında süre gelen uçsuz bucaksız bir mavi sonsuzluk sıralanıyordu. Etrafa bakıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Egede bir kasabada olabilir miydik? Burada yazları çok güzel geçiyordur herhalde. “Nasıl güzel değil mi yeni dünyalı?”. “Çok güzel efendim.”.  

Arkasına yaslanıp anlatmaya başladı. “Siz yıllar önce bir devrimin altına imzanızı attınız. Dünya hiçbir insanın çalışmasına ihtiyaç duymayacak kadar robotlarla çevriliydi. Devletler bu insanları ne yapacağının üzerinde çok fazla düşündü. En son bir yöntem geliştirip herkese etik kurallardan oluşan bir sözleşme imzalatmaya başladılar. Kimseyi öldürmeyeceksin. Hiçbir malı çalmayacaksın... Böyle uzayıp giden bir sözleşmeydi... (Devam Edecek)

 

0 yorum:

Yorum Gönder

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Multimedia Updates

Teşekkürler

Bizi takip edin.